Benzerlik-Çekim Teorisi’ne göre kişiler; kendilerine benzeyenlerden etkilenirlermiş. Böylece sahip oldukları özelliklerinin sosyal açıdan kabul görür ve geçerli olduğunu düşünür, kendilerini daha güçlü hissederlermiş. Bunun sonucunda da olumlu benlik kavramı geliştirerek kendilerini iyi hissederlermiş. Bu da benzer özelliklere sahip olduğunu düşündükleri diğer kişilerden daha fazla etkilenerek, kendilerini daha zeki ve bilgili bulmalarına yol açarmış. Yapılan araştırmalarda benzer olduğumuz kişileri daha yakın, çekici, güvenilir bulmamızın sebebi, kendimize benzer kişilerin davranışlarını daha kolay tahmin edebileceğimiz ve iletişimi daha kolay sağlayabileceğimize olan inancımız. Böylece o kişilerle daha hızlı ve kolay sosyal ilişki kurabileceğimize inanıyoruz.
Hani ısrarla birbirimize “hemşerim memleket nere”, “burcun ne”, “hangi okulda okudun” diye sormamız, ya da yeni tanıdığımız birileri ile konuşurken “ay ne kadar da birbirimize benziyoruz” dememiz bu yüzden… Tabii bu benzerliğin çekiciliği, daha ilk birbirimizi gördüğümüz anda başlıyor. Daha yeni tanıdığımız birine hemen “kanım kaynadı” da diyebiliyoruz, “ne bileyim pek gözüm tutmadı” da..İşte hep bunlar kendimize bir benzer taraf bulup bulmamamızla ilgili.
Ve asıl konuya gelecek olursam bunu sadece sokakta yapmıyoruz. İşe alımlarda, bir projede birlikte çalışmak için takım oluşturmak istediğimizde, bir eğitimde, bulunduğumuz birim, şirket hakkında yorum yaparken hatta yöneticimiz hakkında bile konuşurken bunu yapıyoruz.
Bana benzeyenin davranışları kolay tahmin edilebilir olduğu için güvenilir olacağına dair inancım benim işe alırken fiziksel özelliklerimden başlayıp, memleket, aile, okul, akraba, projeler veya network devamlı ortak, benzer bir yan bulmaya çalışmama neden oluyor. İş yerindeki arkadaşlarımız ile aynı çalışma prensiplerine, aynı değerlere, belki de aynı yaşam tarzına sahip olmak bizi mutlu kılıyor. Yöneticimizin ancak; “ben olsam, ancak böyle yönetici olurdum” diyebileceğimiz noktada iyi bir yönetici olduğuna inanıyoruz. Bu nedenledir ki, sesli olmasa da içimizden yöneticimizin kararlarını sorguluyoruz. Eğer birbirimize benziyorsak, daha fazla performans gösteriyor, daha fazla şirketimizi seviyor, yöneticimize çalıştığımız şirkete daha fazla bağlanıyoruz. İşten çıkma fikrimiz azalıyor. Çünkü burada belirsizlik yok. Kimse beni olduğumun dışında biri yapmaya çalışmıyor. Sosyal bir kimliğe sahibim ve onaylanıyorum. Ben burada bir “değer”im.
Bu da aslında bir yandan şirket ve grup performansı için olumlu gibi görünürken diğer yandan, hem kişi hem de şirket için giderek olumsuz bir hal almaya başlıyor.
Birbirine benzer insanların ürettikleri fikirler birbirine benzer olmaya başlıyor, yaratıcılık ölüyor, içeriye yeni fikirler akmıyor ve dolayısıyla bu durumun içine düşmüş olan grup kendini yenileyemiyor. Benzer olmayan fikir ya da kişi devreye girdiğinde hemen dışlanma ve sistemden çıkarılma tepkileri devreye giriyor. Çünkü yeni bir şeyler öğrenmek istemiyorum bu şekilde zaten onaylandığım bir grubun içindeyim. Zaman zaman sesli de olsa genelde sessiz bir anlaşma ve grup üyelerinin bile farkına varamadığı şekilde “yenilikleri” dışlama girişimleri başlıyor.
Özetle diyeceğim o ki, bireysel olarak; özel hayatımızdan, çalışma yaşamımıza kadar bize benzeyen kişiler ile sosyal ortamlar oluşturmaya ve bize benzeyen kişilerin içinde bulunmaya özen gösteriyoruz. Bu da konfor alanımızı oluşturarak dışarı çıkmamızı engelliyor. Uzun yıllar aynı şirkette çalışanların, iş değiştirme konusundaki kaygılarına şahit olanlar bu durumu çok iyi bilir.
Ve elbette, belirli bir miktarda farklılığa önem vermeyen, yeni fikirleri sisteme sokamayan, onları yönetemeyen kurumlar ölüm fermanını da imzalamış oluyorlar.